Materyalizm, Hedonizm ve Mutluluk
Blog yazıma hoş geldiniz! Uzun bir aradan sonra, bu sefer özellikle Türk toplumuna hitap etmek amacıyla Türkçe bir yazı hazırlamanın hedefliyorum. Daha önceki yazılarımda siber güvenlik ve tersine mühendislik konularını ele almıştım. Ancak bu sefer odak noktam hedonizm, materyalizm ve mutluluk olacaktır.
Giriş
Sokaklarda adım attığınızda, çeşitli yüzlerle ve hayat hikayeleriyle karşılaşmanız olasıdır. Bu, aslında oldukça değerli bir deneyimdir; çünkü ne kadar farklı insanla temas kurarsanız, o kadar geniş bir perspektifle dünyayı gözlemleme fırsatı yakalarsınız. İnsanlar, her dönemde kendi eşsiz arayışları içerisinde bulunmuşlardır ve bu çeşitlilik, birçok bireyde zaman zaman sorunlara yol açmış olabilir. İşte bu noktada, kendi düşüncelerimi de ekleyerek bir analiz yapmak istiyorum. Ancak öncesinde, temel felsefi kavramlardan ikisinden bahsetmekte fayda var: Hedonizm ve Materyalizm. Bu iki kavram, aslında bu yazının merkezinde yer almaktadır.
Günümüz modern toplumlarında, hedonizm ve materyalizm gibi felsefi yaklaşımlar, toplumsal ve bireysel düzeyde oldukça karmaşık etkiler yaratmaktadır. Özellikle tüketim kültürünün ve rekabetçi yaşam tarzlarının baskın olduğu bir çevrede, bu etkiler daha da belirgin bir hal alabilmektedir.
Hedonizm, yaşamın merkezine tatmin ve zevk arayışını koymayı savunurken; materyalizm ise maddi kazanımların ve lüksün bireyin tatminini artıracağına inanır. Bu iki yaklaşım, tüketim kültürünün egemen olduğu bir toplumda, insanları sürekli olarak daha fazla tüketmeye teşvik eder. Manipülatör bireyler, bu hedonistik ve materyalist yaklaşımları kullanarak insanların düşüncelerini etkileyebilirler. (Ayrı bir konu olacaktır)
Tarihin derinliklerine indiğimizde, insanlığın ortak arayışlarından birinin, hatta belki de en temel arayışın, mutluluk olduğunu görüyoruz. Farklı dönemlerde, toplumlarda ve bireylerde farklı şekillerde ifade edilmiş olsa da, istenen sonuç her zaman benzerdir. Batı toplumları, Aydınlanma döneminden bu yana, mutluluğun yolunu materyalist tüketim felsefesinde görmeye başlamıştır. Kapitalist yapı, mutluluk reçetesini oldukça basit bir şekilde sunar: Ne kadar çok çalışırsan, o kadar çok kazanırsın. Ne kadar fazla kazanırsan, o kadar fazla mal ve hizmet satın alabilirsin. Bu da mutluluğunu artırabilir. Kapitalizm içinde, kimisi ahlaki olmayan yöntemlerle, kimisi ise çok çalışarak bu nihai hedefe ulaşmaya çaba gösterir. Ünlü ekonomi tarihçisi Karl Polanyi’ye göre, kapitalizm, kar ve piyasayı toplumsal ve insanî değerlerin önüne geçirerek her şeyi alınıp satılabilir bir meta hâline getirmiştir.
Kapitalist bakış açısına göre, daha yüksek satın alma gücüne sahip olan bireyler, daha fazla mal ve hizmeti tüketerek hayattan daha fazla haz alacaklardır. Ancak, yaşamdan memnun olan insanların depresyona girmesi veya intihar etmesi beklenmez. Bu nedenle kapitalist toplumlarda, ekonomik refah artışıyla birlikte stres, intihar ve bunalım gibi sorunların çoğalması, kapitalist mutluluk formülünde bir eksiklik olduğuna işaret eder. Ekonomik olarak refah düzeyleri yükselen kapitalist ülkelerdeki bu tür sosyal sorunlar, kapitalist sistemin gerçek anlamda mutluluğu sunma konusunda bir kriz yaşadığını göstermektedir.
Toplum ve mutluluk
Easterlin, kapitalist sistemin vaat ettiği mutluluğun gerçekte verilemediğini ilk önce açıklayan kişidir. 1946–1970 yıllarını kapsayan araştırmasıyla, ekonomik refah seviyelerindeki büyük artışa rağmen insanların mutluluk seviyelerinde herhangi bir artış olmadığını belirtmiştir. Bu temel gözlem, kapitalizmin mutluluk vaadi ile gerçek yaşam deneyimi arasındaki uçurumu ilk kez vurgulamıştır. Easterlin’in bu tespitinden sonra, mutlulukla ilgili bir dizi araştırma yapılmış ve bu çalışmaların birçoğu, artan gelir ve tüketimin aslında beklenen mutluluğu getirmediğini net bir şekilde ortaya koymuştur.
Temel ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra, para ile elde edilen mutluluğun giderek sınırlı bir etkiye sahip olduğu anlaşılmıştır. Yani, maddi yetersizlik içinde olanlar temel gereksinimlerini karşılayacak düzeyde paraya sahip olduklarında mutluluk satın alabiliyor gibi görünürken, aşırı maddi varlığa sahip olanlar için mutluluğun artık satın alınamaz bir hale geldiği gözlemlenmektedir. Bu ilginç bir paradokstur çünkü materyalizmi benimseyen bireyler daha fazla maddi kazanç ve lüks peşinde koştukça içsel huzursuzluklar yaşama eğilimindedirler, ki bu durum çeşitli araştırmalarla desteklenmektedir (Duriez, 2006). Ayrıca, kapitalist sistem tarafından yüceltilen zenginlik ve ün gibi hedeflerin uzun vadede insanların mutluluğunu azalttığı anlaşılmıştır. Hatta bu hedeflere odaklanan bireylerin, diğerlerine kıyasla daha düşük bir mutluluk seviyesine sahip oldukları da belirtilmiştir (Kasser ve Ryan, 1996). Bu durum, insanların içsel tatmini ve anlam arayışının maddi kazançtan daha derin ve anlamlı bir bağlamda gerçekleşmesi gerektiği felsefi bir bakış açısı sunmaktadır.
Yüzyılın geride bıraktığı gelişmiş toplumlarda birey başına düşen gerçek gelir, gözle görülür şekilde artış kaydetmiştir. Fakat bu maddi zenginleşme, yaşam standardındaki yükselişle birlikte beklenen içsel mutluluğu aynı oranda getirmemiştir. Özellikle küresel kapitalizmin kalesi konumundaki ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri gibi, bu durum oldukça çarpıcı bir hâl almıştır. Örnek vermek gerekirse, ABD’de son yüzyıl içerisinde birey başına düşen gerçek gelir üç katına çıkmıştır; ancak bu zaman diliminde gerçekleştirilen mutluluk ölçümleri, bireylerin içsel mutluluk düzeylerinin azaldığını gözler önüne sermiştir.
Bu paradoksal durum, daha fazla maddi refahın artışla beraber aynı zamanda boşanma oranlarının yükselmesi, genç nesillerde intihar vakalarının artışı gibi psikolojik ve duygusal sıkıntıları da beraberinde getirebileceğini öğretircesine göstermektedir. İşte bu noktada, insanın varoluşsal ve anlam arayışının, sadece maddi kazançla değil, daha derin ve içsel bir bağlamda gerçekleşmesi gerektiği felsefi bir çıkarıma işaret etmektedir. Buna ek olarak, paradoksal bir biçimde, sıkça takip edilen materyalist amaçların, insanların içsel dengesini sarsarak nihayetinde mutluluğu kaçırabileceği üzerine derinlemesine düşünmeyi gerektiren bir perspektif sunmaktadır.
Bu durum, yalnızca maddi refahın insanların mutluluğunu belirleyici faktör olmadığını açıkça göstermektedir. Psikolojik ihtiyaçların karşılanması, kişisel değerlerin ve toplumsal ilişkilerin kalitesi gibi unsurlar da mutluluğu etkileyen önemli faktörlerdir. Bu nedenle, sadece ekonomik büyümeye odaklanmak yerine, insanların genel yaşam kalitesini artırmayı amaçlayan daha kapsamlı ve içsel değerlere dayalı yaklaşımların benimsenmesi gerekliliği vurgulanmaktadır.
En belirgin eksikliklerden biri, materyalist mutluluk modelinin sıklıkla maddi varlıkları, bedeni ve duyusal zevkleri öne çıkarmasıdır. Bu yaklaşım, genellikle entelektüel ve manevi ihtiyaçları göz ardı eder veya sınırlar. Materyalist mutluluk.
Simdi ise bir söz ile ve bunun altını doldurarak blog yazımı bitirmek isterim.
“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
İnsanlık tarihi boyunca, varoluşsal arayışın merkezinde yer alan bir hedef vardır: mutluluk. Ancak bu basit kelimenin ardında, derin bir anlam dünyası yatar. Bu arayış, insanın içsel dünyasında filizlenen ve yaşamın anlamını, amacını ve içsel tatminini keşfetme çabasıdır. İşte bu karmaşık arayışın bir yansıması olarak, ‘güzellik’ kavramı öne çıkar.
“Güzellik”, genellikle estetikle ilişkilendirilirken, aslında bu kelimenin altında çok daha derin ve evrensel bir anlam yatar. Güzellik, deneyimlerin ve düşüncelerin ötesine geçen, içsel bir parlaklık ve anlam taşır. Bu içsel parlaklık, dışsal dünyanın yüzeysel cazibesini aşarak, her anın ve olayın ardındaki derin anlamı yakalamaya yönlendirir.
Bu anlam perspektifi, insanoğluna her deneyimin bir ders taşıdığını ve her olayın ardında bir hazine olduğunu hatırlatır. Güzellik, sadece pozitif ve keyifli anlarda değil, aynı zamanda zorluklar ve acılar içinde bile içsel büyümeyi ve anlamı bulma kabiliyetini ifade eder. İşte bu nedenle, “güzellik” kavramı, yaşamın her yönünü kucaklayan bir rehber haline gelir.
Gözlerini bu içsel güzellik perspektifiyle donatan bireyler, yaşamın her anında derin anlamlar ve değerler arayışına girerler. Her deneyimde, her ilişkide ve her olayda bir öğrenme fırsatı görebilirler. Böylece, sıradan anlar bile içsel zenginlik ve tatmin kaynağına dönüşebilir. Bu içsel denge, insanın ruhsal gelişimine katkıda bulunurken, aynı zamanda mutluluğun sürekli bir izini sürme yeteneğini de besler.
Ancak bu içsel güzellik gözlüğü takmak, birçok insan için zorlayıcı olabilir. Çünkü günümüz dünyasında, dışsal hedefler ve maddi kazançlar sıklıkla öne çıkar. Kapitalist toplumlar, maddi zenginlik ve tüketim hedeflerini vurgulayarak, içsel tatmin ve anlam arayışını gölgede bırakabilir. Böylece, insanlar dışarıdaki başarıları ve maddi kazanımları mutluluğun anahtarı olarak görmeye başlarlar.
Ancak, gerçek mutluluğun derinlerde yatan içsel anlam ve tatminle bağlantılı olduğunu anlamak önemlidir. “Güzellik” kavramı, bu içsel bağlantıyı temsil eder. İnsanlar, yaşamın her anında bir anlam ve değer bulma kapasitesine sahip olduklarını fark ettiğinde, içsel mutluluğun gerçek bir kaynağını keşfetmiş olurlar.
Sonuç olarak, “güzellik” kavramı sadece yüzeyin ötesine geçen bir anlam taşır. İçsel dünyanın derinliklerindeki anlamı görebilmek, yaşamın karmaşıklığını kavramak ve her deneyimde bir öğrenme fırsatı bulmak için içsel güzellik gözlüğünü takmak gerekir. Bu perspektif, insanın mutluluk arayışını daha zengin, anlamlı ve içsel bir şekilde yönlendirirken, dışsal hedeflere ve maddi kazançlara odaklanmaktan uzaklaştırır. Böylece, insanlık tarihinin en derin ve evrensel amaçlarından biri olan mutluluğu bulma yolculuğunda daha bilinçli bir adım atabiliriz.
Son söz
Yaşamı sürdürmek adına mı çalışıyoruz, yoksa çalışarak mı gerçek anlamda yaşıyoruz? Belki de çalışmak, sadece düşünmek ve eyleme dökmekle sınırlı değil; bu kavramları nasıl entegre ettiğimiz, belki de yaşamın en derin meyil ve sorumluluğudur. İçsel çırpınışlarımız insan doğamızın kaçınılmaz sonucu mu, yoksa zaman zaman hayattaki dalgalar karşısında neden çalışmaktan vazgeçtiğimizi anlayamadığımız bir yön müdür? Hedonizmin savunduğu gibi, mutluluğun temelinde gerçekten haz mı yatıyor? İşte bu noktada tereddütlerim var. Çünkü her yeni kazanım, aslında içsel huzursuzlukları artırabilecek bir yük olabilir. Günümüz toplumu, bolluğun aslında içsel fakirlikleri daha da derinleştirdiğini gösteriyor. İşte burada düşünmeye değer bir paradoks yatıyor: Belki de çalışmamız sadece bir hedefe ulaşmak için değil, insan doğasının bizzat kendisi için bir ihtiyaçtır. Örneğin, hayatın seyrini kestirmek mümkün değil. Her birey, farklı yeteneklerle doğar ve kimisi sanatla, kimisi matematikle, kimisi felsefeyle ya da edebiyatla iç içe doğar. Gerçekte, yaşamı yaşamak için çalışıyor olabiliriz, çünkü bu yolculuk, aslında en derin mutluluk kaynağı olan kendimizi keşfetmekle ilgilidir. Hangi alanı seçersek seçelim, hangi mesleği icra edersek edelim, belki de az parayla ya da çok parayla kazansak da, gerçek güç ve tatminin para ötesinde olduğunu kavramamız gerekebilir.
Yazımı ilgiyle okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu yazıda uzunca bir yolculuğa çıktık, ancak özellikle kısa tutmaya özen gösterdim. Gelecekteki blog yazılarımda daha derinlemesine ve özgün konulara odaklanacağımı belirtmek isterim. Şimdiden destekleriniz için çok teşekkür ederim ve sizlere en iyi dileklerimi iletiyorum. İyi çalışmalar!
Sosyal Medya
Linkedin: https://www.linkedin.com/in/ahmetgoker/
Twitter: Ahmet Göker (@lockpin010_) / X (twitter.com)
Ahmet Göker || Security Researcher || Sociologist